Söylemekten dilimizde tüy bitti ama tekrar etmekte fayda var. Zira tekrar öğrenmenin etkili bir yoludur. Popülizm, nam-ı diğer halkçılık. Halk yaratılmış olmak demek. Kaç kere söyledik hatırlamıyorum. Popülist yani halkçı olmamak demek yaratılmış olmayı da redetmek anlamına geliyor. Halkı sevmek-sevmemek, beğenmek-beğenmemek, saygı duymak-duymamak gibi tartışmalar ikincil tartışmalar ya da anlamlar olarak kalıyor böylece. Popülizmin bu yüzeysel bakış açılarından çok yaratılmış olmayı, kusurlu olmayı, diğer yaratılmışlarla aynı hamurdan olmayı kabul edip etmemek üzerinden anlaşılması en kritik nokta. Popülizmin karşısına elitizmi ya da püritenliği koyup durmamız bundan. Elitist değiliz çünkü yaratıldık. Bu elitist olmamızı imkansız kılıyor. Püriten değiliz çünkü her yaratılmış gibi kusurluyuz, eksiğiz. Bu da püriten olmamızı imkansız kılıyor. Aslında bu işin matematiği bu kadar basit. Güç bizim elimizde değil. Buna itiraz edenler mutlaka olacaktır. Basit, çok basit düşünmek istiyorum. Kim öleceği günü ya da ne şekilde öleceğini biliyor? İntihar girişimi dahi kesin bir ölüm yolu değil. “Öldürmeyen Allah öldürmez” diye bir şey var mesela, ya da “yatan ölmez, yeten ölür” öyle acayip bir şey işte. İstediğin kadar kusursuz ol, istediğin kadar seçkin. Olamazsın. Halksın işte önünde sonunda halk.
Kitap okuyarak mı popülist olacağız?
1920 Ankara’sının veya daha kötüsü 1860’ların Rusya’sının halkçılığına takılıp kalırsak evden sokağa çıkamayız, kimseye de zerre kadar faydamız dokunmaz. Popülizm bizler için bulunduğumuz yeri keşfetmenin ve o yeri yeniden icat etmenin bir yolu olmalı aynı zamanda. Kimlik politikaları tarafından yıldırılmış, ılıştırılmış, sindirilmiş orta sınıflara na-mensubiyetimizi kararlı bir şekilde ortaya koyduktan, bir başka deyişle kafa kaadımızın kimlik hanesini sahiden olduğumuz ve inandığımız esaslar (Müslümansa Müslüman, komünistse komünist) dışında boşaltarak, bizden başka kim var ve ne oluyor gibi daha ilişkisel, dolayısıyla ahlaki ve sonuç itibariyle hayati soruları teker teker sorup cevaplama aşamasında bize daima yardım edecek popülizm. Kim olduğumdan eminim zannedersin ama dünya çapında yapılan küçük bir ayarlama hayatını, hatta aklını alır. Sen de bana ne oldu der durursun. Yoksulluk görmesen de yoksun kılınabilirsin ve kendinden yoksunluk ise yoksulluktan daha fena bir şey. Yiyeceğini zor bulan biri kim olduğunu bilmeyene göre daha mutludur. Bunu bir düşünelim.
Sadece kitap okuyarak veya kültür edinerek, halk kültürünü saygıyla selamlayarak veya halk kültüründen esinlenip sanat eserleri ortaya koyarak popülizm vazifemizi tamamlayamayız. Ama 1920 veya 1860’ta değil 2010’da Türkiye’de, genellikle İstanbul’da olduğumuz idrakine ulaşmamızda okumak ve yazmak da rol oynayacaktır. Bunları okuma yazma zevkiyle değil gerçekle donanma kastıyla yaparsak daha çok şey çıkarabiliriz bu araştırmalardan. Mesela “günlük hayat politikaları” hem düşünce açısından yeni ve önemli bir başlık, hem de bizzat günlük hayat içinde yapmamız veya yapmamamız gerekenler konusunda bir hayat dersi de olabilir. Michel de Certau veya Paul Ginzborg bize önder olabilecek kişiler değil. Fakat bu tür yazarlardan edinilecek çok şey var.
Dün akşam, ne zamandır kafamı kurcalayan bir meseleye, popülizmle iktidarın oyunlarını nasıl ayırt edebiliriz, ki leğendeki kirli suyu dökerken bebeği fırlatmayalım meselesine Paul Ginzborg okurken bazı yarı cevaplar buldum. Popülizmi Ginzborg olumlu anlamda, tam Türkçesiyle halkçılık olarak kullanırken; kliyentalizm ve patronajdan söz ediyor. İktidarın kendisine bağlılığı desteklemek, yeniden iktidar olabilmek ve muhaliflerini sindirmek için yandaşlarına kamu kaynaklarını kullandırmasına kliyentalizm deniyor. Türkçesi himayecilik. Yani bir parti hükümet veya belediyeyi ele geçirince normalde herkese ait olan kamu imkanlarını akrabalarına, seçmenlerine peşkeş çekiyor ve bu popülizm değil kliyentalizm oluyor. Türkiye’de bu tür politikalara genellikle “popülizm” deniyor, ama “yandaş” kelimesi de ayrıca kullanılıyor tuhaf bir şekilde. Popülizmin tek yandaşı tüm halktır. Zaten burada ayrımlara giderseniz, halkın bir kesimini halk, başka bir kesimini başkaları (namı diğer öteki) diye koyarsanız faşizme saplanıyorsunuz demektir. Himayecilik, kadrolaşma, peşkeş çekme, torpil vb. politikalar rasgele ve az yapıldığında yapanların kişisel kokuşmuşluğu olur; ama uzun vadeli hükümet, yerel yönetim politikası haline gelirse halkı bölecek ve çatışma nedeni olacaktır. Ki Türkiye’de CHP yandaşçılık, himayecilik, torpilcilik, kadrolaşma, patronaj gibi politikalarda bugün muhalefette iken bile etkili olmasını sağlayacak çok uzun ve günahlarla dolu bir tarihe sahip. DP-AP-ANAP toplamı CHP’nin onda biri etmez. Çünkü yandaşçılığın, himayeciliğin şahı Türkiye’de bürokrasidir ve bürokrasi Türk sağının eline yeni geçiyor. Bundan sonra sağ politikalardan korkulmalıdır, en azından korkulabilir. Fakat bundan öncesi için “Ortanın Solu”nun vesayeti, himayeciliği, biatçılığı, kadroculuğu Türkiye’de ekonomik ve sosyal hayatın karakterini belirlemiştir.
Diğer terim patronaj. Buna himayecilik, vasilik, vesayet denilebilir. Popülizmle vesayet Türkiye’de halkçılık adı altında sürekli karıştırılıyor. Halkı çocuk, kendini ebeveyn yerine koyanlar halkçılığı batıra batıra bugüne getirdiler. Alay edilesi bir budalalık halindedir halkçılık bugün. Halkçılıkla ilişkisi yok denecek kadar az olduğu için bu böyledir elbette. Halk diyor adam ama kastettiği kendi ideolojik çevresi. Yani bir vilayet, bir mezhep, yahut bir partinin seçmenleri veya sempatizanları. Bazı partilerin 300 kişiden ibaret “halkları” var. Oysa halk nüfusu nüfusun ezici çoğunluğu olmalıdır, halkın gerçek ve değişmeyen anlamı budur. Proje ve fikir de dahil hiçbir şey üretmek zorunda olmayan kişiler dışında herkes şu veya burada, şu veya bu kadar, şu veya bu gruba nispetle halktır. Büyük bir şirketi yönetenler veya bir bakanlıkta veya kuvvet komutanlığında önemli mevkide bulunanlar bile iş ve fikir üretmedikleri halde işsiz kalacakları ihtimali kadar halktırlar. Bir albay mesai saatleri dahilinde üniformasını çıkarıp kafasına göre gezmeye gidemez. Bu durumu onu halktan biri yapmasa bile çok yaklaştırır. “Bıktım çalışmaktan” diyebilecek herkes halk olmaklığın zevkinden (ki o da acıdan zevk almak anlamındadır, acıdan alınan bu zevk bizi hayatta ve motive kılar) nasiplenmiş demektir. Yoksa öbür türlü her insan bir diğerine göre imtiyazlı veya iyi durumda olabilir. Şu dakikada benim bir işim yok, böylece ailelerinden harçlık alan öğrenci arkadaşlara göre bile olumsuz durumdayım ama yarın yeni bir işe başlarsam madunların, işsizlerin, öğrencilerin, asgari ücret çalışanlarının çoğunun önüne geçmiş olacağım, ekonomik olarak. Bu dalgalı durumu toplum çoğunluğu yaşar. Hayatında en az bir kere düşüp kalkan herkes halktır. Ruyi zeminde Firavun gibi yaşayanlar dışında herkes genel halk kapsamı içindedir. Ama bazı kesim ve gruplar kendi kişisel veya grupsal çıkarları genel halk çıkarlarına ters olduğu için, halkın iyiliği ihtimaline de karşı çıkarlar. Çünkü dağdaki çobanın oy kullanması politika ve seçimler bakımından her birimizi sıradanlaştırır. Köylünün evine televizyon ve buzdolabı alması (kapitalistleri zengin etmekle birlikte) kent nüfusunu sıradanlaştırır. Ama aynı çoban ve köylü, çocuğunu okutursa, asıl o zaman sahip olduğumuz ortalama ayrıcalıklar (mesela Beşiktaş taraftarı olmak bile) güme gidecektir. Zaten Beşiktaşlılık bunun için ayrıcalıktır. Zaten bu yüzden bir gün herkes Fenerbahçeli olacaktır. İkisi de sadece temenni, ikisi de sadece davranış tarzı. Sonuçta çoğu aynı durumda insanlar. Bazıları farksızlıktan, sıradanlıktan mutlu olurken, bazıları da aynı sıradanlık içinde sözde fark yaratma yolunu tutuyorlar. Bu yüzden de Fenerbahçe stadı Fenerbahçeliler tarafından, diğerlerinin stadı Fenerbahçelilerin vergileriyle devlet tarafından yaptırılır. Spor sadece bir gösterge tabii, fazla abartmamak lazım. Ama Mesut Yılmaz ve Mehmet Ağar’ın Galatasaray üzerindeki patronaj ve kliyentalizmi de unutulacak gibi değil. Ecevit’in Zonguldak, Erdoğan’ın Rize, Demirel’in Isparta kliyentalizmleri gibi…
Neden halkçı değil popülist?
Yeni Destan yerine Neo-Epik dediğim gibi Halkçılık yerine Popülizm diyorum. Nasıl ki “yeni destan” akla “Yeni Türkü”, “Çağdaş Türkü”, “Yeni Bütün” gibi goşist çevreleri akla getirecek idiyse, Halkçılık terimi üzerinde de Kemalistlerin ipoteği var. Kelimeler uzayda var olmazlar, onları kullananlar şekillendirir ve anlamlandırır. Konuyu biraz bu yönden kurcalayınca popülizm teriminin dünyada gelmiş geçmiş bütün halkçılık türlerini yakınlaştıran bir terim, İngilizce de olsa İngiliz dili sınırlarıyla ilgisi olmayan bir terim olduğunu gördüm. Güncel siyasette ve sanat alanında sevmediğim adamlar başkalarını, genellikle halkın sempati duyduğu kişi, siyaset ve etkinlikleri popülist olmakla suçluyordu. Popülistin karalığı çarpıcıydı, popüler ve elitin aklığına karşı. Yarı şaka yarı ciddi, Fayrap’ın logosunun altına “Popülist edebiyat dergisi” yazdım. Bizi suçladıkları şeyi üstlendim yani. Neden popülizmle suçluyorlardı bizi? Çünkü biz kendimizi ayırıp bir fildişi kule edebiyatı iddiasıyla ortaya çıkmak yerine, ana karaya veya okyanusa ulaşmak, hiç değilse yaklaşmak çabasında bir yazı yazıyorduk. “İnsanların seviyesine iniyor”duk. Zaten halk en genel manada yaşayanlar, insanlar, hepimiz demek. Tek özelliği yaşamak olanlar. Süsü, takıyı inkar ediyorduk. Bu da bizi elitistlerin popülizmle suçladığı yere getiriyor. Adı konmuş, resmi, tamahkar bir siyaset yapmadığımız için “kültür”ü ekledik ve Popülist Kültür doğdu. Maksat bir mevkii elde etmek değil, ayrıcalıksız ve var olanla bütünleşmiş bir sanat, siyaset, kültür, düşünce algısı, çabası, ortaklığı ve ortamı yaratmak. Yani hem bir etiketiniz olmayacak hem de var olacaksınız. “Şair” olmadan iyi şiir yazılabileceğinin bir örneğini vermek istemiştim ben hep. Bunu tam olarak başardığım söylenemez. “Şair”lerden biri olarak görülüyorum. Ama yirmi yıl sonunda bugün Popülist Kültürün başarılmaya aday olduğunu görüyorum. Bu kimsenin değil çünkü artık. Ben yok, hatta biz yok, hepimiz varız. Önce anlamak gerek. Bunun için de biraz aynaya bakmamak gerek.
Neden elitizme karşıyız?
Elitizme neden karşı olduğumuza gelince, çünkü elitizm kendi başına saf bir kavram olmaktan oldukça uzak görünüyor. Adı üzerinde seçkincilik. Belli özellikleriyle toplumun diğer kesimlerinden ayrılmış olanlar. Bu özellikler prestij, para, makam, eğitim, soy vs gibi başlıklarda toplanabilir. Bunlardan herhangi birine ya da birkaçına sahip olanlar seçkin sınıftan sayılabilirler. Saydığımız araçlar sayesinde kimlik ve güç elde ederler. Bu araçların hiçbiri kendi bünyelerinden üremiş, türemiş değildir. İşte tam bu noktada elitizme karşı olma zorunluluğu ortaya çıkar.
Elitizme karşı olmak bir insanın eğitim yoluyla kendini geliştirmesine, bilgi sahibi olmasına, alın teriyle para kazanıp, bu yolla zengin olmak çok zor da olsa, zengin olmasına, köklü bir aileye mensup olmasına, bilgi ve görgüsü aracılığıyla makam mevki sahibi olmasına karşı olmak demek değildir. Elitizme karşı olmak bu saydığımız şeylerin bunlara sahip olmayan başka insanlar üzerinde birer yaptırım ve üstünlük unsuru olarak kullanılmasına karşı olmaktır. Bir akademisyenin bir köylüye göre daha çok kitabi bilgiye sahip olması birini diğerine karşı üstün kılmaz ya da birinin diğerinin nasıl yaşayacağına dair söz sahibi olmasını sağlamaz. Çoğunluk ve çoğunluğun yaşayışı her şeyin üzerindedir. Bunun karşısına konan her türlü seçkinci yaklaşımın karşısındayız.
Halka inme mevzuuna döndüğümüzde ise halka inilemeyeceğini en fazla halka çıkılabiliceğini söyleyebiliriz. Halka inmekten sözeden insanların sahip oldukları kibir onları herhangi bir yere inmekten alıkoyar zira inilebilecek en aşağı yere inmişlerdir. Yükselmeleri de ancak bu kibirden vazgeçmekle mümkün olabilir.
Kardeş halk, yoksul halk
BARIŞ ve Demokrasi Partisi Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “Kitlemiz ve partimiz daha önce hazırlanmış grupların harekete geçirilmesi ile hedef haline getiriliyor. Ortada Türk-Kürt çatışması yoktur. Kürtlere yönelik saldırı vardır. Eğer Türk-Kürt çatışmasına dönüşmüyorsa bu bizim ve halkımızın sağduyusundan kaynaklanmaktadır” buyurmuş. Bunu kime yutturabilir bilmiyorum.
Halk düzeyinde bir Türk Kürt çatışmasının olmadığı zaten gün gibi ortada. Eniştem kürt mesela benim dolayısıyla kuzenlerim de kürt oluyorlar. Her karşılaşmamızda elimizde silahlar bombalar ya da sopalarla birbirimize saldırmıyoruz. Oturup sofralarında ekmek yiyorum. Konuşuyoruz, gülüyoruz, dertleniyoruz bazen beraber. Geçim sıkıntısından falan söz ediyoruz. Ayrılırken de hayır dua ediyoruz birbirimize. Demirtaş, Türk Kürt arasındaki ayrıma, ayrılığın şekline yüklenirken bazı önemli noktaları gözden kaçırıyor. Kürtler ve Türkler diye bir ayrım yok; halk ve halk olmayan diye bir ayrım var ve kendisi de bu ayrımda bok attığı insanların tarafında duruyor.
AKP’nin uzun vadeli planlarında kullanmak üzere Amerika’ya yolladığı bir takım ajanlarla, ortak vicdandan bahsedip parsayı toplayan sivil toplum kuruluşlarıyla, kürtçülük yapmak arasında bugün bir fark yok. Mesele kürt halkı meselesi olsaydı, sömüreni, sömürülenin sömürene alet ve ait olmasını gözardı ederek siyaset yapmayı kabul edebilmiş olsaydık popülizm diye birşeyden sözetmemiz de mümkün olmazdı. Azınlık siyaseti, azınlığın hakları, farklılığa tahamülsüzlük gibi safsataları aptallara ya da çıkar sahiplerine yutturmak mümkün ama bunları yutmayan, yutmayacak olan bir halk var, çıkarsız bir halk. Bu halk hiçbir siyasete alet oluyormuş gibi de görünmüyor, yolunda yürüyor. Kardeşlik karındaş olmak demek, aynı karından doğmuş olmak demek yani. Aynı karından doğanların birbiriyle meselesi yok zaten. Mesele gavurun karnından doğanlar ya da kendi ordan doğmuş sananlarla.
Herkes popülist olabilir mi?
Sonradan halkçı olunmaz, bir insan halkçı olarak doğar ya da hiçbir zaman halkçı olmayacaktır. Bu mutlaktır, aksi mümkün değildir. Halkçı doğum bir adalet beklentisiyle doğmuş olmak anlamındadır. Bunu size ananız babanız yahut daha büyük aile efradı bilerek veya bilmeyerek aşılar. Ya da arkadaş çevresinde, mahallede, okulda farkında olmadan bu aşıyı almış bulursunuz kendinizi. Aileniz size “Zengine ezilme, yoksulu ezme” derse, mesela, aha popülist oldunuz bitti gitti.
Buna inanmayan uyanık çocuklar her zaman olacaktır. Fakat söylenene inananlar da her zaman olacaktır. “Halka hizmet, Hakka hizmettir” yazar belediye pankartında. Popülist buna da inanır. Belediyenin halka hizmetini görürse inanır. Lafa inanmaz, fiziğe inanır. Kaldırımları süpürülen bir şehir, çalışma şartları çalışanlara göre iyileştirilen bir fabrika-işyeri, asfaltı sağlam atılmış bir karayolu, sıradan halka güleryüzlü ve nazik davranan üniversite öğrencisi… hiçbiri fark etmez; popülistin çocuksu imgeleminde bunların hepsi değerlidir. Bunlarla doğuyorsunuz, popülistsiniz. Bunlardan habersiz doğuyorsunuz, hiçbir zaman da popülist olmuyorsunuz. Yoksa herkes güzel kıza iyi, çirkin kıza kötü davranabilir. Hayvanlar da yerler, gezerler ve salarlar. İnsan bundan biraz daha farklı olmalı. Bunu halkçılar sağlar. Yoksa kimse sağlayamaz.
Açılış Mesajı
Blogun kuruluş amacı, spordan siyasete, müzikten edebiyata, gündelik hayata, matbu yayınlardan medyaya her türlü alanda popülist bir anlayış içinden konuşmak ve gündemi yeniden, kendi bakışımızla kurgulamaktır. Adından da anlaşılacağı gibi popülist kültür popülist olma iddiasındadır. Popülizmden anladığımız ne bir çeşit halk nostaljisi yaratmak, ne de halk övgüsüne bulanmak değildir. Popülizm her şeyden önce halkın referansları ve bilgeliği üzerine kafa yormaktan başlar.
Tabii ki burada sözkonusu olan halk Türk halkıdır. Batılı anlamda bir folklorizm bizim savunduğumuz anlayışın neredeyse tam tersidir. Bizim burada yapmayı hedeflediğimz şey; binaların, giyim kuşamın, belli ritüellerin, bayramların, evlenmelerin yapısını incelemek ya da çözümlemesini yapmak değildir. Popülizm en çok popüler ve folklor kavramlarıyla karıştırılıyor. Halbuki ikisinin de belli açılardan tam karşıtı. Popülerin karşıtı olmasının sebebi nicelik bildirmekten oldukça uzak olması; folklorun karşıtı olmasının sebebi ise halka ait unsurlarla bir inceleme araştırma konusu olarak değil tam tersine araştırma inceleme ve anlamanın bir yöntemi olarak ilgilenmesi.
Popülizmin yaygınlaşması; bir anlayış, bir okuma ve hatta hayat önerisi olarak sunulması asıl hedefimizdir. Blog, yaygınlaşmayı sağlayacak ve derdimizi anlatmamızı kolaylaştıracak bir araç olarak görünüyor. Fakat yapacaklarımız blogta yazılıp çizilenlerle sınırlı değil. Eylül ayından itibaren İstanbul’da her ay bir ya da birkaç kişinin hazırlayıp sunacağı konuşmalar tertiplenecek. Bunların tarihleri ve yerleri en kısa zamanda blogtan duyrulacaktır.
Popülist Kültür bir girişimdir, herkesin katılımına açık bir girişim. Herkes diyoruz ama bir evrensellik iddiası taşımıyoruz. En basit haliyle yoksul ve zengin, sömürülen ve sömüren ayrımında ilkinin tarafını tutanların başlattığı ve katılımcılarını da böyle bir ayrıma göre belirleyecek bir girişim. Popülizm en temelde bundan başka bir şey demek değil zaten.