24 Ocak Pazar
14:00
Ankara / Kurtuba Kitap-Kahve
Twitter Tepesindeki Okçular
Hani Sezai Karakoç “Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı / Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim” demişti ya, Hızırla Kırk Saat şiir kitabında. Eren Safi de ikiyüzlü dünya sisteminin ve onun Türkiye’deki ucuz kopyacılarının, emir erlerinin Müslümanları barışla tehdit etmesini Fayrap dergisinin sayfalarına taşıdı. Hatta yazdığı bu son şiir de dahil olmak üzere, dergilerde yayınlanmış veya yayınlanmamış şiirleri ikinci kitabı Twitter Tepesindeki Okçular ismiyle Avangard Yayınları‘ndan çıkmış bulunuyor.
Barışla tehdit mi olur, demeyin. Adamlar son birkaç yıldır açıkça barışı bir silah olarak Müslümanların kafasına dayadılar. Barış ha barış… İyi de biz kimseyle savaşmıyoruz ki. Hatta silahımız bile yok. Hatta ben askerde bile atış yapmadım. Ama bunu onlara söylemeyin. Bu aramızda.
Müslümanların tevazusunu ve neredeyse her horlanmayı sineye çekişini tamamen yanlış anlamış bu güruh. Halbuki Akif senelerce evvel haykırmıştı: “Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?/ Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!” Ama bunlar nereden bilecekler Akif’i? Okumamışlar. Okusalar da işlerine gelmediği için kulaklarının üstüne yatmışlar. Zannetmişler ki Müslümanları bin yıl boyunca ezecekler. Müslümanlar hep boyunlarını uzatacak bu cellatlara. Kendileri de batılı efendilerinin sağlamış olduğu bu ithal konfor içinde binyıllar boyunca borularını öttürüp duracaklar. Yok öyle yağma.
Beyaz Türkler ve Beyaz Kürtler el ele vererek bir boğma hareketine giriştiler. “Twitterdan gençlikler demokrasiler yaratarak” Türkiye’nin tek gerçeği olan Müslümanları etkisiz ve anlamsız kılacaklarını düşündüler. Sadece düşünmekle kalmadılar buna aptalca bir şekilde inandılar. Kibirleri ve şımarıklıkları yüzünden bizim nasıl bir imanımız olduğunu unuttular. Oysa “Korkan yerleri kırıldı kalplerimizin üzülen mahzun olan”
Biz yine Kitab-ı Mübin’den ayetlerle uyarmaya devam edeceğiz onları. Diyeceğiz ki: Cehennem var ve her insan bir gün ölecek. Müslümana düşmanlık yapan herkesin varacağı ve kalacağı yer o alevli ateştir. Orası kalınacak ne kötü bir yerdir.
Ve biz dua etmeye devam edeceğiz. Sahibimiz ve vekilimiz Allah’tır ve O ne güzel vekildir. “Bir gülümseme bahşet Allahım bir rüzgar gönder bir merhamet” mısralarına gelince okuduğum her sınıfta şiirin bu dua kısmında boğazımda bir düğüm. “Kalplerimizi birleştir Allahım şüpheyi kaldır kara kapkara kardeşlerimin kalbinden selamünaleyküm / Bizim ilkel ellerimizden kara derilerimizden barbar dilimizden küfrü kaldır”
İmanımız ve duamız ve sığınmamız ve bir haberleşme, halleşme, direniş, dayanışma ve ayağa kalkış şifresi olan selamımız… Onlar bunların ne olduğunu bilemeyecek kadar bilgililer. Kolejler, boğaziçiler, odtüler, salonlar, sergiler, kutlamalar, sosyolojiler, bilimler, bilimsellikler, konjönktürler, kapitalizmler, sosyalizmler, liberalizmler, kültürel iktidarlar onları kör etmiştir.
İşte ilan ediyor ve uyarıyoruz: Yeniden bizim vaktimiz geliyor. “Çok kırmızı” bayrağımızı, yeşil bayrağımızı, üstünde la ilahe illallah yazan sancağımızı evlerine asanlara dokunulmayacak. Küfretmeyene, çemkirmeyene, havlamayana dokunulmayacak. Allah’a ve Resulü’ne ve Müslümana hakaret etmeyene, düşmanlık etmeyene dokunulmayacak. Gizli ve örtülü işlediğiniz haltlara karışılmayacak. Günahlarınız araştırılmayacak. Kalplerinizin içindekilere karışılmayacak. Meydan okumaktan vazgeçtiğiniz andan itibaren evlerinizde, işyerlerinizde, sokaklarınızda, caddelerinizde, cafelerinizde ve gayr-i müslim mahallerde eylediklerinizde serbest olacaksınız. Hiçbir güzelliği ve hayrı kabullenmeye zorlanmayacaksınız. Kabulünüz makbulümüz değildir ama sizi salih amel işlemeye de zorlamayacağız. Biz kendimizi ve kardeşlerimizi hayra teşvik edeceğiz. Dünyayı size dar etmeyeceğiz. Eğer bize vardiğiniz sözleri yerine getirip ahdinize sadık kalırsanız; aramızdaki sulh devam edecek.
“Yarabbi derelerimizi Greenpeace’den ağaçlarımızı Alman istihbaratından ve Kürtlerimizi Hürriyet gazetesinden koru / Bizi onlara bırakma Allahım bizi bize bırakma Allahım. Allahım bizi bırakma”
Amin Ya Erhamerrahimin ve Ya Ekremelekremin!
Eren Safi şiirlerini okuyor
Eren Safi okuyor: Barış Tehdidi
Eren Safi söylüyor: Hayat iman ve cihat
İnternet şiirleri 1: Ortadoğu için devrim marşı
Gayrisafi milli hasıla istemeseydi ortadoğu konuya girmeyecektim
Durmayacak çünkü ibneler biliyorum insan hakları diyecekler
Demokrasi diyecekler hukuk devleti serbest pazar gayrisafi
İşte yine oldu aynı şey hep oluyor gayrisafi oluyor milli hasıla oluyor
Buraya kadar birşey yok ama gayrisafi diyecekler biliyorum korkuyorum
Korkuyorum gayrisafi dedimmi eren safi de diyebilir an meselesi
Onu da isteyecek ben de tamam diyeceğim ama dur bakalım üç tane sorum var
Üçü bırak bir sorum bile yok bunun karşısında kameralar çekiyor çünkü kablolar çekiliyor
Sular çekiliyor ortadoğuda oh ne güzel; otuzbir çekiyor dünya müslümanları bunun karşısında
Ben de çekerim öyle, ne güzel el cezirenin karşısında ne güzel cnnin msnbcnin
Bu pornodan da bilet kesenden de ışık tutandan da üst üste o kadar gece hem de meydanda hem de tahrirmiş adı
Çocuk pornosu da var tercih edene çatır çatır vuruyorlarmış çocukları vay zalimler
Gülay göktürke göre o da demokratik bir kösnü bir esrime
Sormak lazım demokratik göktürke bir sorusu var mı şimdi ben bulamadım çünkü
Üç tane bulmam lazım bir tane bile olur şimdilik. vakit kazanmam lazım
İstiyorlar
Gayrisafi istiyorlar eren safi isteyecekler aha da şimdi an meselesi
Eren safi diyecekler aha kaçamazsın hiçbiryere söyle bakalım
Fikrini söyle ortadoğuyla ilgili nedir pozisyonun kaç posta söyleyebilirsin fikrini
Soruyorlar korkuyorum çekiyorlar ya vallahi çekiyorlar kamerayla da otuzbir de
Çekin lan amına koyiim gelin cevaplamayan sizin gibi olsun arapçası da aha hatta amina quayiim
“Ben plastiğe karşı organiği MALLa karşı bakkalı ipada karşı diviti metroya karşı tireni tutmuyorum” (es. Cvp)
“Kızılderililerden de aborjinlerden de zencilerden de cezayirden sudandan uruguaydan siyamdan balkanlardan bu arada uru mu aşağıydı para mı ya?” (es. Cvp)
“Araptan veya acemden birşey anlamıyorum türkten bile küçük yazıldı mı baş harfi hele” (es. Cvp)
“Bluesdan da neşetten bile esasında artistlik bi tarafa, ne müslümden ne ıtriden ne sezenden ne aksudan, jazdan klasikten romantikten topunun kökünden kibrit suyundan
Anladıysam da arap olayım önceden anlamış gibi yaptıysam. yapmadıysam da olayım ayrı” (es. Cvp)
Namaz kılınca eklemlerine iyi gelen oruç tutunca detox olan zikirde çakraları açılanlara çakıyim yani bir başka deyişle
Siz faşizm demiştiniz dimi sirayet demiştiniz halklar demiştiniz manyaklar demiştiniz
Kontrolden çıkmıştı üç beş tane psikopat üç beş tane ülke yakmışlardı üç beş tane pis herif hitler mitler mussolini bilmemne
Hah ondan önce ulus devletlerin sirayeti vardır kronolojiyi atlamayalım
İtalya terlik istirahatindeydi hani milli birlik filan yok komitesi değil milli birliğini geç tamamlamıştı vardı ya
Sonra bilmemne sirayeti komünizm sirayeti demokrasi sirayeti sirayette sirayet
Ordan oraya sıçrıyo bu mikrop gibi birşey bir nevi doğa olayı
Rica ederim ne sarsı ne demokrasi gribi, demokrasi değil bu arada kuş. gribi yani. değil işte bildiğin rüzgar. organik
Komünizm rüzgarları faşizm rüzgarları demokrasi rüzgarları filan
Şimdi de devrim rüzgarları evet eren safi ne düşünüyorsunuz bu rüzgarlarla ilgili doğu olayları doğa olaylarıyla ilgili
“Şimdi bu gürcistanda ukraynada şilide iranda filan tezganlanan..” dıııt yanlış (bu tırnak içindekiler eren safi cevapları oluyor. Metnin bundan sonrasında hatta bi dakika, öncesinde de diyelim de kolaylık olsun varsa yukarıya da koyarım, kısaca: es. Cvp. Teşekkür ederim)
Oraları karıştırma şimdi ne düşünüyorsun televizyona bak suratıma değil televizyona bak dedim el cezireye bak çocuklar aa ne yazık evet sen ne düşünüyorsun?
“Valla rüzgar değil de amerika osuruyor olmasın batı da körük tutuyor biz de oohh diyoruz ne güzel koktu doğudan doğudan” (es. Cvp)
Amerika zaten Amerika osuruyor diye düşünmemizi istermiş hep küçükken. Büyümüş biz de öyle sanıyoruz artık. Yoksa nerde osuracak düğümlerler bunlar alimallah
Yok arkadaşlar akif değildi, o düzyazı değil şiir yazıyordu basbaya hepinize de basar ayrı
Eren safi düzyazıcıdır düzdür yazıcıdır yazar hepinize de yazar o da ayrı
Düz düz yazıyorum açın evet
Siz müslümancılık oynayın kafirler de kafircilik siz müslüman değilmişiniz gibi onlar kafir değil
Siz demokrasi isteyin insan hakları gayrisafi bilmemne
Onlar çekip çekip yayınlasın müslüman gibi oynayan cezirenizde devrimmiş gibi
Cnnleri kafir değilmiş gibi msnbcleri ntvleri değilmiş gibi yapsınlar onlar da
Siz çekin çekin ohh bi posta daha kemal sayar uzman görüşü versin
Tvde devrim seyretmek sosyopsikoloji açısından rahatlatıcıdır
(Allah’ı da anlatmamalıdır bu yaştaki bir çocuğa henüz daha soyutlama bile yapamıyor yavrucak. Bizimki mesela hala altına soyutluyor)
Toplumu oluşturan bireyler daha rahat kredi kullanır daha güzel sever birbirini daha kör olurlar daha bir tutarlar birbirlerini severken
İkibinonda yaşıyoruz tabi başka türlüsü düşünülebilir miydi bu devirde diktatör aaa
Bir anda ikibinonda (ananı ikibinonbir olmuş) yaşamaya başladık arapçasına söyliyim ayıp olmasın amina quayiim
Doğru şimdi ben bunları söylemekle komplocu oluyorum en kötü veya dikta yanlısı
Şimdi olur mu mazallah iran devrimi rus devrimi iqiz qul’a devrimi ipimin kuşağımın devrimi onlar ne borumu
Yok aslında ben öyle biri değilim yaşam tarzlarına da saygılıyım hatta içki içmenizin teminatıyım gerekirse başını da tutarım
Öyle bi karaktersizim ben ben eren safi hala mı istiyorsunuz?
E buyrun o zaman vallahi üç tane soru vallahi buyrun vallahi üç vallahi tane vallahi soru
Bir
İçki içmek, faiz yemek haramdır, içen yiyen dinden çıkmaz, içki içmese, faiz yemese bile biri içki haram değildir derse dinden çıkar
İki
Namaz kılmak farzdır, kılmayan dinden çıkmaz, namaz kılsa bile biri namaz kılmak farz değildir derse dinden çıkar
Üç
Yaşam tarzı haramdır, içki içen, faiz yiyen, namaz kılmayan birisi, ne? bu benim yaşam tarzım derse sıçtı demektir, dinden çıkar mı çıkmaz mı bilmiyorum ama ona yalakalık olsun diye yılışan müslüman bence dinden çıkmamalı. Çıkana kadar mokoko
Dört
Demokrasi insan hakları hukuk devleti serbest pazar sivil toplum bilmemne bokunun lacivertine yaşam tarzı deniyor ortadoğu için gerçekten istediğim şey bu. Yaşam tarzı. Herkes kendi bokunda boğulmalı. Gelip gelip istanbulda boğuluyorlar hiç hoş olmuyor.
Hem soru soracağımı hem üç soru soracağımı söyledim bi de yemin ettim. Ne soru sordum ne üç tane ne de bişeye benzedi. Üç gün oruç tutacağız artık. Detox, çakra, devrim! Viva la hürriye!!!
İdeoloji ve Fener

olmadı. mutlak bir karanlıktan çıkıp mutlak bir karanlığa gömüldüler. buzların içinden çıkıp ateşe daldılar. eziliyorlardı, zalim oldular. o bungun ve tam karanlıklarını bütün insanlara aydınlanma, kurtulma gibi takdim etmeleri budur. birkaç yüzyıl içinde batılılar Amerikayı, Afrikayı Avustralyayı, kıtaları ve birçok ülkeyi sömürdü. zulmetti. yerin altında ve üstünde değerli saydığı ne varsa götürüp kendi ülkelerine yığdı. bu yığınlarca yığınlarca yığınlarca serveti eritmek birkaç yüzyıllarını aldı sonra. o kadar saçma sapan binalar, şehirler fabrikalar kurdular. kimse kendi parasıyla, kendi ülkesinin kaynaklarıyla öz çabasıyla o kadar saçma şeyler yapmaz yoksa. başlarda bir fabrika kurmak, o anlamsız kocaman binaları yapmak, öyle şehirler kurmak filan.. olacak şey değil. buna sanayi devrimi diyorlar. ha, bu alışkanlıklarını da terketmiş değiller. kısaca Allah’a isyan etmek demek olan “bilimsel” araştırmalar için harcadıkları kaynak ancak şeytanın tiynetine yakışacak türden bir israf etme biçimidir. bizim gerizekalı müslümanlar da böyle şeyleri imrenerek, gıptayla anlatır. “adamlar bilim için ne kaynaklar ayırıyor. ya biz?!” adamların Allah belasını versin de a beyinsiz sana ne oluyor?!
sanayi devrimiyle birlikte, daha doğru bir ifadeyle sanayi devrimini takiben ortaya çıkan ve insanların arkasından gittiği her türden düşünce bozucudur, fitnedir ve insanı mahva sürükler. buna da ideoloji diyoruz. buradan baktığımızda komünizmle kapitalizmin, liberalizmle faşizmin hatta ideoloji mesabesine indirildiğinde islamcılığın birbirinden farkı yoktur. bu düşüncelerin hepsi batılıların dünyaya zulmederek yığdıkları ve biriktirdiklerinin meşruiyetini sağlamak içindir. en temeldeki gayeleri insanların onların masum olduklarına inanmalarını sağlamak. belki de bunun mümkün olmadığını görüp herkesin gayri meşru, herkesin zalim, herkesin çıldırmış bir şekilde başarının ve gücün peşinden koştuğuna inandırmak istiyorlar. evrensellik diye uydurdukları böyle birşey. her türden düşünce, kafirlerin kafir olduğunu söylemeyen ve onların zulümlerinden Allah’a sığınmayan her türden düşünce zulme hizmet eder.
çevrecilikten eşitlikçiliğe, kültürcülükten bilimselciliğe, materyalizmden ruhçuluğa ve en kıyıda köşede kalmış düşünme biçiminden en kabul edilmiş görüşe hiçbir eğilimin, kabulün, tezin birbirinden farkı yoktur. hiçbirisi diğerinden daha az zalimce değil. çünkü hepsi aynı kaynaktan besleniyor. hepsi ışığı karartmaya çalışmaya, insanları kurtulmaktan alıkoymaya yarıyor. bugün artık en süfli ve pespaye şekliyle insanların bağırsaklarını avuçlarına alıp gösterir gib bir arsızlıkla savundukları yaşam tarzı mesela, bu ideoloji dediğimiz büyük düşüncenin kusulmasının yollarından biri. aşağılık, necis ve asi bir hayatı var adamın. ve bunu savunuyor. hayvandan aşağı olduğunu bağırıyor bas bas. ve mesela üstüne beni hoşgöreceğini söylüyor. onun yaşam tarzı öyleymiş ve benim yaşam tarzıma da saygılıymış. benim bir yaşam tarzım yok.
Elhamdülillah ben müslümanım. müslümanın yaşam tarzı olmaz. yaşam tarzı yaşamın olmadığı yerde, yaşamın yerine konacak plastik bir dolgudur. bir temennidir. bir pozdur. zina eden bir kadını mesela nikahın altında tutmaya devam etmek gibi birşey yaşam tarzı. Allah’ın açıkça yasakladığı birşeyi mesela içmeyi, faiz yemeyi, zulmetmeyi, müslüman olduğunu iddia ederek hem de, kimlik olarak açıklamaktır yaşam tarzı. bu uzun bir konu tabi.
kocaman bir ideoloji var. kafirlerin dini olmadığı için onun yerine kültür diye birşeyi koydular. Hıristiyanların bir kültürleri var mesela. medeniyetleri var. bunlar uydurma şeyler. ideoloji dediğimiz şey (belki doğrusu düşünce demektir) bunların da üzerinde bunların da çatısıdır. bilimleri, teknolojileri, kültürleri, medeniyetleri, sanatları ve düşünceleri onların dininin yerine geçiyor.
konuşuyorlar. güya tartışıyorlarmış. birisi ötekisine diyor ki ben size alkol almayın demiyorum. elbette alkol kullananın teminatı da biziz filan. bu geyiğin en anonimi “başörtülüyle mini etekli” idi. şimdi level atladılar galiba. içenle içmeyen, faiz yiyenle yemeyen, zulmedenle etmeyen, zekat verenle vermeyen, anasını sikenle sikmeyen filan..hep birlikte. aramızdaki tek fark yaşam tarzlarımız. oldu.
bir kimse içebilir. içmemelidir de işte, diyelim ki içti veya diyelim ki içiyor. ne bok yediğini bilmeli. içiyosun abicim işte, zıkkımlanıyorsun yani. kendini bile bile ateşe atıyorsun. yapmasan keşke. ama yaptın diyelim. bu durumda buna karışamazsın bu benim yaşam tarzım ve meşrudur filan dersen olmaz. Allah korusun nerdeyse haram olan birşeye helal demiş olursun ki bu durumda öteki taraftaki yaşam tarzın epey bi sıkıntılı olur.
bir de son zamanlarda ortadoğuda yaşam tarzı diye bir konu var. bu daha çok mizahın konusu ama Mısır’da mesela “halk”?? yaşam tarzı ve özgürlüğü için “devrim”??? yapmaya hazırlanıyor. tıpkı tunustaki gibi ve tıpkı yarın belki başka ortadoğu ülkelerinde olacağı gibi. böyledir işte bu işler. halk bir silkindimi önünde ne ordular ne diktatörler kalır…filan demek isterdim de işte, ne yazık ki hala üç kuruşluk da olsa biraz aklım ve sezgilerim flian var. kafirlerin çektiği bir ayar bu olan biten. atan da onlar tutan da. bizimle alakası yok. bir takım aptal müslümanlar alet olacaklar sadece. öyle görünüyor.
karabük maçından beri söylüyorum fenerbahçe şampiyon olacak.
Zincirler kırılsın Selimiye yıkılsın
O kadar laf söyledin, internette birşey söylemenin bir işe yaramayacağını söyledin, daha ne anlatıyorsun diyin lütfen. Ben de böylelikle paranoyak olmadığımı, gerçekten takip edildiğimi biliyim. Yok. İnternette de yazacağım şeyler var. Kahveye de giderim mesela çocukluğumdan beri. Boş işlerle uğraşıp boş boş oturduğum da çok oluyor. Böyle diye, boş işleri mi savunacağız? Hayır. Sadece kahvede geçirdiğimiz vakti sılayi rahimden, internette uğraştığımız işleri sadakadan saymazsak sorun yok. Oyalanıyoruz. Keşke oyalanmasak. Bir iş bittiğinde yenisine koyulsak tabi. Bu da ayrı bi kahve geyiğidir. O kadar laklaktan, karbonatlı çaydan ve saatlerce edilmiş boş laftan sonra, “abi yaptığımız da iş ha!” diyerek günah çıkarırsın. Neyse. Bir süre internette müsvddeleri yayımlamaya devam edeceğim. Bu bir nevi yazı yazmak için notlar alıp “untitled 8” ya da “en yeni unutma notlar son” filan gibi gayri ihtiyari ve depresif isimlerle masaüstüne kaydetmek gibi birşey.
Neredeyse hiçbir mescit kutsal değildir. Kutsal kelimesinde sakat bir taraf da var ayrı. Kabul ediyorum. Mübarek diyelim. Hiçbir mescit mübarek değildir. Mescid-i (veya Mescid-el) Haram yani Kabe, kıblemiz, Mescid-i Nebevi yani Peygamberimizin mescidi ve Mescid-i Aksa yani ilk kıblemiz müstesna. Bunlara hürmetsizlik edilmez, yıkılmaz ve işgal edilmez. Bunların dışında kalan mescitlerin tümünün hükmü aynıdır ve hiçbir surette dokunulmazlıkları, ayrıca bir değerleri veya mekan (veya bina) olarak diğer mekanlara üstünlükleri yoktur. İbadethane diye ayrı bir mekanın fıkhi açıdan tartışmalı hükümleri var elbette. Ancak bunlar doğrudan Kuran’la veya Hadislerle düzenlenmiş emredilmiş hükümler değil. Yıkılabilir. Yeniden yapılabilir veya yapılmayabilir. Başka amaçlarla kullanılabilir filan.
Şimdi farkettim, asılnda bu girişi yapmasam da olurmuş. Doğrusu öyle konuşmak istiyorum. Daha doğrusu, masaj yaparak, yanlış anlaşılma ihtimallerini gözeterek, “aslında ben öyle sanabileceğiniz gibi manyağın teki değilim” diye inandırmaya çalışarak değil de doğrudan ne söyleyeceksem, söyleyebileceğim insanlarla ve ortamda konuşmak istiyorum. Şu şöyledir diyeceğim yani. Onu söylemeden önce, “birazdan yanlış anlaşılabilecek birşey söyleyeceğim, bak şu şu noktaları baştan söyleyeyim de yanlış anlama” demek zorunda kalmak baştan bir samimiyetsizlik gibi geliyor. Ama haksız olduğumu da sanmıyorum. Mesela “süslü püslü, pahalı, fazla gösterişli, israf ederek ve kilise gibi bir sürü cami yapmışlar. Bunlar sandığımız kadar da değerli, dini, kutsal hatta temiz değil” desem, direkt ve bu şekilde söylesem, hiç giriş yapmadan yani, hem aramızdaki gerizekalılıarın erkenden infilakına sebep olacağımı hem de aceleci ama iyi niyetli de olabilecek ezbercilerin söylemeye çalışacağım şeyi ıskalamasına neden olacağımı düşünmekte haksız değilim sanıyorum. Hem neden hem sebep demişim. Olur öyle.
Tabi ki bunu ilk bulan, farkeden veya söyleyen ben değilim. Muhtemelen Vahhabimeşrep veya sonradan, radikal İslamcı familyasından olanlar veya benzerleri muhakkak buna benzer şeyler söylemişlerdir. Ziyanı yok. İcat yapmaya çalışmıyorum zaten. Bir de yine sanıyorum ki sanat tarihçileri (oz büyücüsü gibi bişey gibi gelir bana hep) camilerin mimarisindeki kilise etkisinin kubbeyle sınırlı olmadığını tespit etmiştir. Vitraylar, süslemeler, ışık, ses ve diğer etkenlerin mimarinin etkileyicilik işlevi (?) içerisindeki rolünün sağlanmaya çalışılmasının da kiliseden kaynaklandığını söylemişlerdir. Yani kilise mimarisi ışığı ve sesin dağılmasını öyle ayarlar ki en salak zangoç bile zırt dese, ilahi bir mesaj veriyormuş gibi algılanır. Algılanmalıdır. Loş bir ışıkta, yankılanan bir papazın sesi cemaati etkilemeli, baygın bir buhur kokusu ortama maneviyat katmalıdır. Maneviyat, ruhaniyet, kutsallık. Yalandan tabi. Bir nevi tiyatro. Arkada da Bach çalacak.
Şimdi bizim Sistin Şapeli’mizi mi yapmaya çalıştı acaba atalarımız(atalarımıza döneceğiz)? Bu mu yani? E hadi Sistin Şapeli’nin (veya Ayasofya) yerine Sultanahmet’i (Süleymaniye veya Selimiye de olur) Michelangelo’nun yerine Mimar Sinan’ı (Mikelanjın mimar olmadığını ben de biliyorum. Ama simgesel olarak kültürde denk geldiği yer bakımından Sinan’ın karşılığı odur.) Bach’ın yerine Itri’yi koyunca ne olacak? Ne geçecek yani elinize? Elimize? Onlarda vitraylar var, figürler, ikonalar bilmemne. Hah, biz de vitray koyalım, suret olmasın aman, haram olur. Evet, ikon da koyamayız, onun yerine Allah, Muhammed, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali filan yazdıralım kocaman kocaman. Hatt sanatıyla. Hatt sanatı. Neyse yani, işte bir biçimde Kilise’de yakaldıkları ruhaniyeti (?) biz de camilerimize yansıtalım. Oldu. (Hatt san’atkarlarımız, ki bu ifade tok bir ses tonuyla ve edepli bir vücut diliyle söylenecektir, bir anlamda sınır güvenliğimizdir. Kültürümüzün bekçileridir. Pöh! Bana daha çok can çekişen bir garibanlığın makinaya bağlanıp ömrünün uzatılmaya çalışılması gibi geliyor nedense. Üstüne Allah, Muhammed yazıp bilmem kaç bin dolara görmemiş, ve görmüş, zengin karılara ve yatırımcılara satıyorlar. Konuşmaya gelince de erbain çıkarırken arada kamera uzatmışsın gibi bir ses tonuyla anlatıyorlar ne yaptıklarını. Yaptığın kötü bir ticaretten ibaret. Bu.)
Kaçırdığımız çok temel birşey var burada. Hıristiyanların böyle şeyler yapmaları anlaşılabilir. Hatta yapmasalardı bugüne kadar belki de bu işlerden çöplenen ruhban takımı tahtlarını koruyamazlardı. Çünkü yaptıkları sadece enteresan bir mimari anlayışla kiliseler inşa etmek değil. Kocaman bir yalan kırallığı kurmuşlar. Hıristiyanlık artık bir din değil malum; kültürdür. Ve kültür üretilmeli, yeniden üretilmeli ve eserleri, kültürün şubeleri o kültürün görünür birer ufku olmalı. Sanatı, mimarisi, çakma maneviyatı ve kurgulanmış ruhaniyetiyle. Oysa İslam dindir. Allah’ın indindeki dinin, bir kültürle kıyaslanması hatta giderek bir kültürün, büyük bir yalanın yayılış ve tutunuş biçiminin örnek alınması zulümdür. Kilise insanlara neredeyse ikibin yıldır zulmetmenin farklı yollarını hep buldu. Kocaman kiliseler, bilim, sanat, ruhaniyet, siyaset bu uzun zulüm yüzyıllarının önemli araçlarındandır. Hıristiyanlar, ortada bir itikat, bir inanış, iman, nihayet din olmadığı için, varmış gibi yaparak bir ruhani hava yaratmak zorundalar. Edebiyat ve düşünce sistemlerinin temelindeki muharref İsevi fikirlerin ve duyguların kaynağıyla, kiliselerindeki ses, ışık vs. numaralarının kaynağı birdir. Çakma ve kurmaca bir maneviyat, yalandan bir ruhaniyet.
Müslüman abdest alır, niyet eder ve namaza durur. Müslümanın namaz kılacağı, hele hele cemaat olup namaz kılacağı yerlere böyle şeyler yapmak, süsler, dikkat çekecek birsürü figürler, yazılar bilmemneler koymak, o yerleri yaparken yetimin malını açıkça israf etmek en azından doğru değildir. Hıristiyanlar Allah’a ibadet etmedikleri için, gidip şarkı okuyacakları, sosyalleşecekleri, birazdan kendilerini sövüşleyecek papazı dinleyecekleri yerde tabii ki ruhani (?) bir ortama ihtiyaç duyar. Müslüman için namaz kılınacak yer temiz olacak. Bu kadar. Eğer namaz kılacakken kendimizi havaya sokacak bu kadar dışsal şeye ihtiyaç duyuyorsak, öğrendiklerimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. Tam tersidir. Namazda Allah’ın huzurundayız. Mümkün mertebe namazın dışında birşey düşünmemeli, buyurulduğu gibi namazı “dosdoğru” ve “huşu içinde” kılmalıyız. Namazı efendimiz gibi dosdoğru kılmaya çalışırız. Hiçbirimizin kıldığı veya kılacağı namaz onun kadar mükemmel, tam ve doğru olmaz. Bir namaz, herhangi bir kimsenin kıldığı namaz O’nunkine ne kadar benzerse o kadar doğrudur. O, mescidinde toprağın düzeltilmesine bile müsaade etmemiş. Temiz toprak üzerinde kıyam etmiş, rükuya varmış ve secde etmiş.
Dinde ruhaniyet, kutsallık, maneviyat gibi şeyler, anladığımız, ezberlediğimiz şekliyle yoktur. Var değildir yani. Namaz kültürel bir faaliyet veya ritüel değildir. Bir ibadettir. Sanatla sepetle, sair süfli işlerle bir alakası yoktur. Vitraylar, pahalı ve gösterişli bir sürü harcamalar, o kadar süs, şatafat ve israf bizim namazımızla alakalı değil, kültürümüzle alakalı şeylerdir. Kültürse kutsal veya mübarek değildir. Uydurmadır zaten. Medeniyet gibi yani. İslam medeniyeti veya bizim kültürümüz gibi bir paranteze alarak kurtarabilirsiniz durumu. Kurtardığınız kadar olur işte o da.
Namaz ve zekat, Kuran’da neredeyse sürekli birlikte anılıyor. Namazlarını kılarlar, zekatlarını verirler deniyor iman edenler için. Zekatını vereceksin. Bir önceki zekat verdiğin günün üstünden bir yıl geçtikten sonra karını zararını hesap edecek, elinde kalanın (en az) kırkta birini zekat verilecek sekiz sınıftan bir veya birkaçına vereceksin. Namazda aynen böyledir. Vakit girdiğinde kalkıp namazını kılacaksın. Zekat ve namaz diğer birçok ibadet gibi, doğrudandır ve açık seçiktir. Zekatı nasıl vereceğimiz, namazı ne zaman ne şekilde kılacağımız bellidir. İbadetlerimizi doğrudan yaparız. Dolaylı yollardan bir takım dışsal veya kültürel aletlere, çıkmalara ihtiyaç duymayız. Bu ibadetlerimiz simgesel, sanatsal, dolaylı veya göstermelik değildir. Hakikidir ve doğrudandır. Burası çok önemli. Çünkü özellikle Hıristiyanlar ve Yahudiler (genel olarak da kendini din diye tanımlayan her türden inanış biçimleri) ortada hakiki ve yaşayan bir ibadet olmadığı halde, bir takım alet, mekan, ritüel, sanat ve görmezden gelme (bu görmezden gelme tiyatrodaki görmezden gelme gibidir. Tiyatroda da oyuncular ve seyirciler ortadaki sahteliği, yalanı görmezden gelmeyi başardıkları nispette oyun devam eder) yardımıyla bir ibadet yapıyorlarmış gibi yapıyorlar. Yapıyorlarmış gibi yapıyorlarmış gibi yapıyorlar mı demeliydim. Neyse. Biz ise namaz kılıyormuş gibi yapmıyoruz. Namaz kılıyoruz. O yüzden namaz kılıyormuş gibi yapacağımız süslü püslü kilisevari, ruhani bir havanın yaratılacağı ortamlara ve şekle ihtiyacımız yok. Yalan söyleyen birisinin yemin üstüne yemin ettiğini, bin türlü süslü laf söylediğini, lafı sürekli dolaştırıp esas konuya bir türlü gelmemesi halini ve yalancının diğer özelliklerini düşünelim. Öteki tarafa da doğru söyleyen birisini koyalım. Doğrudan, kısaca, sanatsız bir biçimde, eveleyip gevelemeden ve çıplak bir şekilde doğru neyse söylesin. Müslümanla diğerlerinin durumu bu örnekteki gibidir. Biz doğru söylüyoruz. Yani namaz kılmamız doğrudur. Ve doğrudandır. Namaz kılmamız için hiçbir sanata, dolayıma, bağlama, alete, kıyafete, mimariye, numaraya ihtiyacımız yok. Oyüzden bizim imamların giydiği kıyafetler bana hep komik gelmiştir. Sünnet olduğu için değil, iş kıyafeti olarak giyiyor çünkü. Halbuki öyle bir iş yok. Öyle bir hakiki kadro da yok. Baştan aşağı komik. Adam hem din adamı değil, hem din adamı gibi bir kadrosu, kıyafeti, görevleri filan var. Din adamı dediğimiz şey özellikle Hıristiyanlıkta vardır ve hakikatte din adamı değildir. Çünkü din adamı diye birşey olmadığı halde uydurulmuştur. Insanlar böyle birşey uydurmuş.
Yalancıların yalancı olduğu gerçeğinden o kadar uzaktalar ki, doğru söyleyecekken yalancılar gibi elli türlü takla atıyorlar. Namaz kılmak için o kadar abuk subuk gösterişli, müsrifçe mekanlar inşa ediyorlar, etmişler. Bir de düz, olduğu gibi, kendince yapılmış mescitlere hakaret ediyorlar. Gecekondu gibi, estetikten uzak, kaba saba diyerek. Ne kadar kaba ve cahil yakıştırmalar bunlar.
Son olarak birkaç camiyi hatırlatıyim. Biri Selçuk’ta. İsa Bey Cami diye bir cami var. Biri de Aslanhane. Ankara’da. Tabi bunlara benzer yüzlerce cami vardır. Bu camileri (o gösterişli taş oymalı kapıları da olmasa) kocaman ve süslü Osmanlı camilerine tercih ediyorum. Bir kere neredeyse israf yok. Öyle kullanılmayacak dev gibi kubbeler yapmak için yetimin hakkını taşa mimara (dülgere filan tabi o örneklerde) harcamamışlar. Ve sade camiler. Dümdüz. Bir kültür yaratmak için kurulmuş izlenimi vermiyor en azından. Neredeyse evlere benziyor. Bir başka güzel şey de Selçuklu camilerinde Roma sütunlarıdır. Camideki ahşap sütunların başlarına Roma sütunlarının başlarını geçirmişler. Sağlam olsun diye herhalde. İşlevsellik dışında başka bir amaçla yaptılarsa bilmiyorum.
Bu Selçuklu camilerinin bir kısmına ısınamıyor insan ama artık. Restore ediyorlar çünkü. Yani o camileri yapan insanların, nasıl yaptıklarının, o insanların o tahta ve taşlardan nasıl bir mescit yaptıklarının izlerini siliyorlar. Onların, o mescitleri ilk yapan insanların temizliklerini temizliyorlar(!). Nasıl sade ve israfsız bir mescit yaptıklarını görebilmemiz için “tümüyle bilimsel yöntemlerle” milyonlarca dolar israf yapıyorlar.
Muhteşem Yüzyıl adıyla oynatılan dizi vesilesiyle yeniden atalarımız konuşulmaya başlandı. Kanuni Sultan Süleyman mesela. Yavuz Sulan Selim. Veya giderek, nredeyse iki sayfa süren isimleriyle, “hadim-ül harameyn” gibi mütevazı (?) sıfatlarla veya isimlerinin sonuna getirilen “el muzaffer daima” gibi temennilerle atalarımız, padişahlar. Kendi payıma söylüyorum, bizim atalarımız o kadar büyük harflerle yazılmıyor ve isimleri o kadar uzun değil. Babamın babasının babasını biliyorum. Daha öncesiyle ilgili sadece flu şeyler var. Nereden geldikleri, kimlerden oldukları gibi. Alaca’nın bir köyünde sade ve dümdüz bir hayatı olan birisi babamın dedesi. Adı Yusuf. Cami yapsaydı sade ve israf etmeden yapardı herhalde. Bu yazdıklarımı okuyanların çoğunun atasının yapacağı ve yaptığı gibi yani. Anlatılanlardan bunu çıkarıyorum. Nesep babadan geçer. Atamız babamızdır. Onun babası ve onun babası ve onun babası. Kültürel anlamda bir atalık benim kabul etmediğim birşey. Devlet büyüğüne, adaletle hükmeden devlet büyüğüne itaat ve hürmet ayrı. Gerekirse onun yoluna canını verirsin. Çünkü adalet Allah yoludur. Ama baba demezsin adama yani.
Cami yapmayı, nasıl bir mescitte namaz kılınmasını mesela Kenize Murat veya Ertuğrul Osmanoğlu’yla konuşacak değilim. Veya bilmemne paşanın torunuyla. Mesela Hasan Cemal’le. Komik olurdu. Mimar Sinan bizim Sinan’ımız, Itri bizim Itri’miz, Baki bizim Baki’miz. Mevlanamız, Yunusumuz, Hacı Bektaşımız falan filan. Büyük yalanlar bunlar. Bu insanların benim atalarım olduğu karikatür konusu olabilir ancak.
Saraydan, sarayın etrafından, Osmanlılar zamanında, özellikle İstanbul payitaht olduktan sonra Batı’yla olan ilişkilerin kültür (?) hayatında ortaya çıkardığı çarpıklıkların yalnızca birisi üzerinden mescitler üzerinden, birşey söylemeye çalıştım. Batılıların tarz-ı hayatını veri kabul etmekle alakalı birşey bu. Onlarda yüksek sınıflar, birbirinden soyca, mal mülk bakımıdan ve makam mevki bakımından üstün insanlar var. Bizde de bu türden farkılıklar üstünlük sayılmıyor mu? Fiiliyatta olabilir. Ama en azından kitapta yok veya en azından biz hala kabul etmiyoruz bunu. Yoksa Osmanlı devleti zamanında İstanbul’da yapılan çoğu camiyi ben de seviyorum. Birçoğu benim için kendi evim gibi neredeyse. Birçoğunda ne cemaatler toplanmış, ne namazlar kılınmış, ne sohbetler olmuş, ne dertler paylaşılmıştır. Allah belki birçoğunda yapılan israfı da bağışlamış, başka yapılan yanlışları hayra, iliyiğe tebdil etmiştir. Biliyorum. Inanıyorum. Ancak özellikle Osmanlı devletiyle ve batıyla bu türden yakından bir ilişki kurulmasıyla birlikte dinin kültürleştirmeye çalışılması, bunu dünyevi sıfatlarıyla daha üstün sayılan insanların kotarması, hakiki olanın, diri olanın doğru olanın boğazlanmaya çalışılarak, ölü olana, muharref olana ve kültür ve kurmaca olana benzetilmeye çalışılmasına itiraz etmeye çalışıyorum.
Süleyman dizisi tartışmaları bana evvela böyle şeyler düşündürdü. Atalarımız birilerine fenalık etmişlerse hesaplaşalım. Tamir edelim elimizden geldiği kadar. Veya yaptıkları bir yanlış varsa düzeltelim. Bize miras bıraktıkları doğruları şerefimiz olarak kabul edip taşıyalım, yanlışlarını tashih edelim. Bunun dışında benim kanımdan bağlı olduğum atama elbette kimse dil uzatamaz. Onun şerefini tartamaz. Kabul. İyi de Kanuni’yle mesela benim nasıl bir kan bağım olabilir? Kan bağı olmadan bir kişi nasıl benim atam sayılabilir? Allah, Peygamberimizin evlatlığına bile efendimizin adıyla anılmasını yasak etmiş, öz babasıyla anılmasını emretmiş. Bize ne oluyor?
Bitirmeden bir örnekle ne dediğimi tekrar etmeyi deneyeceğim. Birkaç bin kişiyiz diyelim. Benim gibi, babası, dedesi, dedesinin babası filan, yani ataları buralarda yaşamış düz, sıradan müslümanlar olan birkaç bin kişi. Bir araya gelip atalarımız üzerine konuşabiliriz. Onların doğru ve temiz bir yolları varsa ve onların yolundan ilerlemek istiyorsak konuşacağımız şey asla mesela Itri’nin bir bestesi veya Şeyh Galip’in bir şiiri olmazdı. Bizim atalarımız dümdüz mescitler yaptılar. Kültürle, sanatla, yalan dolanla bir alış verişleri yoktu. Bu bir taraftan devam ediyor. Biz, yalanla, sahteyle, yaşamayanla, kurmaca olan herşeyle bağımızı hala emaneten kuruyoruz. Onlarla olan bağımız hakiki değil. Koparır atarız. Yarım yamalak da olsa dümdüz ve doğrudan kılıyoruz namazı. Orucu öyle tutuyoruz. Zekatı öyle veriyoruz.
Kültürle ilgili olan aldatmacanın sonuçlarından birisi olarak atalar fikri, uzun zamadır doğru bir yerde durmuyor. Kafirler, özellikle batılılar sıradan insanları insan saymadıkları, insan yerine koymadıkları için (birkaç yüzyıldır insan yerine koyuyormuş gibi yapıyorlar, yalan.) onların atalarından söz ederken sadece asillerin(?), kilise mensuplarının ve –sonradan- bilim adamları, sanatçılar ve filozofların, son olarak da çok zengin olanlarının sayılması normal. Bizim atalarımız asil, ruhban veya çok zengin değildi. Çok zengin olanla ekmeğe muhtaç olan arasında hala bizim için bir fark yoktur. Varsa muhtaç olanın lehine vardır, zira mealen “onlar çekinirler, siz onları arayıp bulacaksınız” buyuruluyor. Fark varmış gibi görünse de yoktur. Gerçekten zenginle fakir arasında üstünlük açısından fark gören iman etmiş sayılır mı bilmem ama iman edenler açısından yoktur. Onların ataları o türden insanlarmış. Bizim atalarımız sıradan insanlardı. Biz sıradan insanlarız. Koyun gibiyiz. Biçilmiş ekin gibiyiz. Tarağın dişleri gibiyiz.
Kanuni’nin, aydın, sanatçı, muhafazakar, liberal, islamcı, sağcı, din adamı, bilim adamı, iş adamı, kültür adamı, bilmemne adamı torunlarına Selimiye de Süleymaniye de, Itri’leri de, Mevlana’ları da, Pir Sultan’ları da, Hacı Bektaş’ları da, din kültürleri de ahlak bilgileri de mübarek olsun. Ben dümdüz ve sıradan atalarımın bir torunu olarak bu rijit ve ifratla tefrit arasında salınan saldırılarımı Allah’ın affetmesini dileyeyim. Müsvedde de olsa biliyorum, bu fazla katı, sert ve dövücü üslupla olmaz. Suhuletle olur. Sükunetle olur. Sabırla olur. O da olur.